Özge Dayan - Şerif Erol
“Fidel” adlı belgeseli, geçen yıl sadece İstanbul’da değil tüm dünyada yankılar uyandıran Estela Bravo; 22. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Onur Ödülü’nü almak üzere İstanbul’da. 70 yaşındaki usta belgeselcinin 8 orta metrajlı filmi, bu yıl Festivalde “Çağının Tanığı: Estela Bravo” başlığı altında sunuldu.
Politik bir altyapınız olduğunu biliyoruz. Üniversite yıllarından beri aktivistsiniz. Üniversite yıllarında sizi de çok etkileyen bu politik atmosferi biraz anlatır mısınız?
Ben 20’li yaşlarımda, henüz çok gençken üniversite olaylarında aktiftim. Üniversitede ‘Barıştan Yana Öğrenciler Topluluğu’ adlı girişimde yer aldım. Ama gerçek bir aktivist değildim. Sadece bir organizasyondaydım. Bu organizasyondayken tek bir dünya hükümetinin olmasının harika bir şey olduğuna inanıyordum. II. Dünya Savaşı sonrasıydı ve hepimiz dünyaya farklı şekillerde bakıyorduk. Ben Kızılderili görüşü olan tek bir dünya hükümeti felsefesini savunuyordum. Brooklyn Üniversitesi’ndeydim ve bu öğrenci girişimi o zaman için benim içinde bulunduğum tek girişimdi. Ardından bir başka öğrenci etkinliğindehâlâ eşim olan Ernesto ile tanıştım. O Arjantin’i temsil ediyordu. Ben de Amerika’yı. Ama bu da daha çok bir üniversite etkinliği idi...
Sizin belgesellerinizle “Politikayı kişiselleştirip, kişileri politize ettiğiniz” söylenir. Bu görüş hakkında siz neler düşünüyorsunuz?
Bu Peter Katadotis adlı Kanadalı bir sinemacının (Kanada Ulusal Sinema Konseyi eski Genel Başkanı), benim belgesel filmlerim için söylediği bir sözdü. Ben politik olayların sıradan insanların hayatını nasıl etkilediğini göstermek istiyorum. Ve onların hikayelerini anlatmak istiyorum. Elimden geldiğince meseleleri kişisel açıdan ele almayı tercih ediyorum. İnsanların duygularını, duyarlılıklarını yansıtmayı amaçlıyorum. Çünkü insanları etkilemenin en iyi yolunun; diğer insanların farklı durumlarda yaşadıkları acıları, hissettiklerini göstermek olduğuna inanıyorum. Örneğin “The Holy Father and Gloria” (Kutsal Peder ile Gloria) adlı filmde ya da “Children In Debt”te (Borçlu Doğanlar) dünyanın farklı yerlerinde, ülkelerinin siyasi durumu dolayısıyla acı çeken insanların hikayelerini anlattım.
Belgesel yanı sıra kurmaca film çekmeyi düşündünüz mü?
Kurmaca film çekmeyi düşündüm ama hiç çekmedim. Ben belgeseli biliyorum, belgesel gerçek hayat. Ben gerçek hayatı yakalamak ve bunu belgesel formatında göstermek istiyorum. Bu çok otantik.
Belgesellerinizde bu gerçekliği, oldukça acı hikayeleri çok yalın bir biçimde anlatıyorsunuz. Sizce bu yalınlık filmlerin insanlar üzerindeki etkisini arttırıyor mu?
Ben hikayeleri gördüğüm gibi anlatıyorum. Bu yalınlık her zaman çok daha iyi çünkü insanlar anlattıklarınızı daha iyi anlıyorlar. Ben de zaten çok karmaşık bir insan değilimdir. Anlattığım hikayeleri, en basit şekilde anlatmaya çalışıyorum ki entelektüel insanlar da, sıradan insanlar da, yani herkes kolayca anlayabilsin, hikayeyle ilişki kurabilsin. Önemli olan sadece hikayenin anlaşılması değil aslında, insanların harekete geçmelerini, durumla ilgili bir şeyler yapmalarını sağlamak çok daha önemli. Yani öncelikle insanların bilgiyi, anlattığımı anlamaları, algılamaları ardından acı çeken insanlar için yapabilecekleri bir şey varsa harekete geçip, bu insanlara yardım etmeye karar vermeleri benim için çok önemli.
Festival kapsamında retrospektif filmleri gösterilen William Wyler, “sinemanın değiştirici gücü”ne inanıyordu. Sinemanın hâlâ insanları, dünyayı değiştirici bir güce sahip olduğuna inanıyor musunuz?
Evet. Bir film yaparken her seferinde, bu filmle ne söylediğimizi, neden böyle bir film yaptığımızı, amacımızın ne olduğunu, bir filmin insanlara nasıl yardım edebileceğini düşünürsünüz. Bazı insanlar başka şeyler düşünerek film yaparlar ama biz, insanlara bir mesaj vermeyi düşünerek yeni filmler yaparız. Biz filmlerimizde konu ettiğimiz her şeyle, dokunduğumuz her durumla insanları dünyada olan biten konusunda bilgilendirmeyi hedefleriz. Aynı zamanda bir filmin hedef kitlesini de düşünmek zorundasınızdır. “Bu filmi kimler izleyecek?” Bu çok önemli bir konu. Filminizde yer vereceğiniz konuları, bilgileri bu sorunun yanıtına göre belirlersiniz. Elinizdeki bilgilerin bazılarını atarsınız, bazılarına daha çok yer verirsiniz. Aynı filmle bütün seyircileri yakalamak mümkün değildir. Mesela burada, Türkiye’de Latin Amerika’ya dair çok az bilgi mevcut. Bu yüzden, Latin Amerika üzerine yaptığım bir filmi Arjantin’de herkes kolayca anlar ama Türkiye’de aynı filmin anlaşılabilmesi için biraz daha bilgiye, açıklamaya ihtiyaç duyulur. Ama, zaman geçtikçe, küreselleştikçe, dünya gittikçe küçülecek. Ve bence çok yakında, ne zaman kimse tam olarak bilemez ama, çok yakında, Türkiye’dekiler Latin Amerika, Latin Amerika’dakiler de dünyanın bu tarafı hakkında daha fazla bilgi sahibi olacaklar. Tıpkı şu anda Irak’ta olan biten konusunda olduğu gibi.
Uzun yıllardır Küba’da yaşıyorsunuz. Oysa genelde açık bir toplum olan Amerika’nın bir sanatçı için daha elverişli bir ülke olduğunu düşünürüz. Sizin yaşamak için Küba’yı seçmenizin nedeni ne? Ve burada geçirdiğiniz yıllar içinde hiç Amerika’ya dönmeyi düşündünüz mü?
Ben Küba’ya ilk olarak 1963’te gittim. Bir gün eşim eve geldi ve bana, Havana’da bir tıp fakültesinde profesöre ihtiyaçları olduğunu söyledi. Ve bana “Küba’ya gitmek ister misin?” diye sordu... “Bir profesöre ihtiyaçları var ve ben de bir yıllık sözleşme yapmak istiyorum” dedi. Sadece bir sene için. Çocuklarımız henüz çok küçüktü. Biz de çocuklarımızı aldık ve sadece bir yıl orada kalacağımızı düşünerek Küba’ya gittik. Ama bu 40 yıl önceydi. Yani bir yıl 40 yıla dönüştü. Hâlâ orda yaşıyoruz. Küba’da olup bitenlere kolayca ayak uydurabildik. Çok sayıda Kübalı dostumuz var. Eşim Havana Tıp Fakültesi’nin önde gelen profesörleri arasında ve bu okulda nesillerce doktor ve bilim adamı yetiştirdi.
Ailem Amerika’da. Aslında Amerika’ya oldukça sık gidip geliyorum. Ama ben Küba’yı, Küba’nın atmosferini seviyorum. Ayrıca Küba’da yaşayan insanlar benim belgesellerimi çok seviyorlar. Orada büyük bir izleyici kitlem var. Tüm samimiyetimle söylemeliyim ki, Küba’da kime sorarsınız sorun bizi tanırlar. Bazen imzalı fotoğraf isteyenler olur. Çünkü benim belgesellerimi seven çok fazla insan var Küba’da. Küba televizyonunda belgesellerim gösterildiği zaman, herkes izler. Bu insanı çok tatmin eden bir durum. Belki diğer belgesel yönetmenleri çok fazla para kazanıyor olabilirler. Ama dünyada çok az yönetmenin, tabii ki Michael Moore ya da onun gibi az sayıda yönetmen dışında, benimki gibi izleyicisi vardır.
Michael Moore’un çalışmaları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Michael Moore’un çalışmalarını izliyorum. Beş yıl kadar önce “Downsize This!” adlı kitabının tanıtım partisinde kendisiyle de tanıştık. Fidel Castro’ya götürmem için bana kitabını imzalayıp verdi. Ben de kitabı götürdüm Castro’ya. “Bowling For Columbine” (Benim Cici Silahım) adlı filmini izledim. Çok iyi bir belgesel. Filmi New York’ta izledim ve sinemada çok fazla insanı görmek beni çok mutlu etti. Hatta aynı anda iki sinemada oynuyordu. Ve iki sinema da dolup taşıyordu. Amerikalıların onun filmlerini izlemek için koşuşturması beni çok mutlu etti. Moore çok iyi bir yönetmen. Kendine ait çok ilginç bir tarzı var. Aynı zamanda çok da cesur bir insan. Akademi ödülünü aldığı zaman söyledikleri çok cesurcaydı. Yasaklanmaktan korkmadı. Moore savaş karşıtı görüşlerini, düşüncelerini açıkça söylediği için, daha pek çok özelliği için, Amerika’da hâlâ izleniyor.
İçinde yaşadığımız kaotik günlerde belgesellerin her zamankinden çok daha önemli bir konumda olduğunu, yaşanılan savaşların, gelişmelerin tanıklığı için yönetmenlere çok daha fazla iş düştüğünü söyleyebilir miyiz?
Özellikle şu günlerde belgeselin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Olup bitenler insanlara gösterilmeli. Hele medya genellikle yaşananları olduğu gibi yakalayamıyorken. Medya, medya patronlarının istediklerini göstermek zorunda. Günümüzde basın özgürlüğü artık medya patronlarının özgürlüğüne bağlı. Bu yüzden olan biteni farklı açılardan insanlara göstermek için pek çok belgesel, pek çok film yapılmalı. Televizyonlarda adları anılmasa, filmleri gösterilmese de bu insanlar belgesel çekmeye, doğru olduğuna inandıkları şeyleri yapmaya devam etmeliler. Kimi zaman insanlar para için televizyona iş yapıyorlar. Ama para bazen şeytanın ta kendisine dönüşebilir. Çünkü kendinizi satarsınız. Düşündüğünüz şeyin doğru olduğunu bilmek ve bunun için çalışmak hem kendiniz hem de dünya için en doğru olandır.